[Turkmath:8796] "neden üniversite?", " düşünce = savaş!" ve "küçük tür ama yalçın dır".

yilmaz akyildiz yilmaz.akyildiz at gmail.com
19 Şub 2013 Sal 13:53:08 EET


O deli çocuk, hepimizin küçüğüdür.

Bir çocuk kadar masum, suçlu ve saftır.
Bir çocuk kadar sakin, hırçın ve cesurdur.
Ve bir çocuk gibi meraklı, telaşlı ve umutludur.

Bir deli kadar tutkulu, hırslı ve azimlidir.
Bir deli kadar dürüst, korkusuz ve kabadayıdır.
Bir deli kadar sınırsız, mekânsız ve yurtsuzdur.
Ve bu topraklara deli gibi bir aşkla bağlıdır.

Bu deli çocuk, yerin yedi kat derinliklerinden gelen davul seslerini
duyandır.
Akan toprakta tarihe dokunandır, yoğurandır, biçim verendir.
Hep öğrenen ve hep öğretendir.

Yalçın Küçük, 75 yaşında bir deli çocuktur.

O aklımızın delisi, hepimizin çocukluğu, geçmişimizin geleceğidir.

Ve o deli çocuk, o akıl, o bilim, o vicdan hepimiz adına tutsaktır.
Aklımızı, vicdanımızı ve bilimi özgürleştirmek için o deli çocuğu istiyoruz.

O deli çocuğun özgürlüğünü istiyoruz.
Özgürlük istiyoruz.
Özgürlük.
*(italikler benim)*
*"büyük" adam Küçük Yalçın geçenlerde 75 yaşında, elbette Silivri
zindanında... böyle zamanlarda O na başka yerler zaten yakışmaz. Böyle
efsanevi "deli bir çocuk" la aynı zamanlarda yaşadığınızın farkındamısınız?*
*
*
*Bu yazıyı neden mi türkmath e koyuyorum?: çünkü tekrar görüyorum ki
ekranımızda bitmeyen / bitmeyecek gibi görünen bir "savaş" bazan
"summability" bazan "çarpılabilme" isimleri altında hala devam ediyor... ve
de yalçın küçük ne diyor: düşünce = savaş!
*

*önce neden üniversite?  sorusuna:  *

Aydın olmak tutucu olmaktır.
Çok bilen tutucu olur, üniversite de böyledir.
Dünyanın her tarafında en tutucu kısım üniversiter aydındır.

Düşünce kimileri için alev gibidir, üstüne gidemez.
Ha, bana sorarsanız, ben kafamdaki hiçbir soruyu erteleyemem.
Bu çocukça bir şey, ama bilim adamının aklı da çocukçadır,
çünkü çocukça olmadığınız müddetçe bilim yapamazsınız.

Beni çok attılar üniversiteden, hep kovdular, ben hep geri dündüm.
Oyun haline getirdim bunu, hâlâ dönmek istiyorum, döneceğim...
Şu anda da beni üniversiteye almak istemiyorlar; solcu olduğum için de
değil, beni solcu kabul etmiyor çoğu.
Devletin bana tutumu bu, beni çok ciddiye alıyor, o yüzden de hep hapse
atıyorlar.
Aslında bana sorsalar ben asıl atışlarımı, beni düşüp öldü zannettiklerinde
yaparım.

Bir defa, bilim adamının kendisi bilimsel değildir, çünkü çok garip bir
yaratıktır o. Toplumda düzen olduğu, yasa olduğu fikrinin bilimsel bir
ispatı olamaz ve bilim adamı bununla başlar işe. Hep düzen peşindedir,
hep yasa peşindedir. Bu bilim dışı bir şeydir, birinci nokta bu. İkincisi,
inanışlardan çok sezgi çok önemli benim düşüncemde. Evet, sezgi çok önemli
ve bütün önemli buluşlarda var. Yani bilgi dediğimiz zaman, böyle bir
alfabe bilgisi, sağlam bir bilgi gerekli. İşte Cambridge, Oxford dediğimiz
zaman bunu kastediyorum. O kendi formatında sağlam bir bilgiyi veriyor üç
yılda.

Büyük aşık, büyük devrimci, büyük bilim adamı seçmecidir. Stefan Zweig'ın,
bu dünyadan ayrılırken yazdığı mektuptaki bir cümle beni çok etkiler ve
doğru bulurum: "Öğrenme sevinçti, bu sevinç kayboldu." Bu dünyada bazı
insanlar öğrenmenin, bulmanın büyük bir sevinç, büyük bir haz olduğunu
bilsinler. Benim söylediğim o. Bende o haz var. Bunu da zaman zaman
aktarıyorum tabii.

Bir defa, en komünizan meslek hocalıktır. Hocalık kadar güzel bir meslek
yoktur. Komünizm karşılıksız olandır, hocalık da karşılıksızdır ve
peygamber mesleğidir. Hocalık bana peygamberliğe en yakın iş olarak gelir.
İkinci nokta ise inattır. Ben size, yaptığım her işi bir savaş gibi
gördüğümü söyledim, her cephede savaşıyorum şimdi. Bu da bir savaş;
düzenle, otorite ile hepsiyle savaş anlamına geliyor. Devamlı ittifaklar,
cepheler kuruyorum kafamda. Onun için bu da benim için bitmemiş bir
mücadele. Mesela Baltacıoğlu (İsmail Hakkı) en özgün adamlarımızdan bir
tanesiydi; üniversite rektörüydü, tasfiye ettiler. Baltacıoğlu'dan başka,
Behice Hanımlarınki çok büyük bir hareketti. Kemal Paşa Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi'ni kurmakla ne büyük isabet etti. Turan
Feyzioğlu'nun Forum Hareketi üniversiteye öyle bir yükseliş getirdi ki,
onlar da gitti. İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun otuzlu yıllarda pedagoji ile
ilgili yaptıkları çok önemliydi, Dewey dahi eline su dökemez. Arkasından
Muzaffer Şerif, Behice Boran ve Berkes'in yaptıkları, onlar bir ocaktı,
hemen bastırdılar. Sonra 1955-56'da İstanbul Üniversitesi, Dil ve
Tarih-Coğrafya, Siyasal Bilgiler Fakültesi ve alkışlı yılların ortasında
ODTÜ. İnanılmaz güzel bir kazan kaynattık biz orada. Bu düzen beni profesör
de yaptı.

Yıllarca, "ilk kurşun İzmir'de değil, Dörtyol'da atıldı" diye ısrar ettim.
Önce Dörtyol ya da Belen dedim, daha sonra konu üstünde çalıştım, Dörtyol
dedim. Bugün Dörtyol olduğu resmen de kabul ediliyor. Çok acıdır,
İskenderun'da katıldığım bir panelde Dörtyol dediğim için, Malatya Devlet
Güvenlik Mahkemesi, normalde bir yıl verirken bana bir buçuk yıl ceza verdi
ve kesinleşti. Evet bir tarafım bireyseldir, kimi zaman Devlet Güvenlik
Mahkemeleri'nde, "Çok üstüme gelmeyin, ilk kurşunu dedem attı, ispat
ederim" diye söylerdim. Böyle bir şey yok, ama dedem orada çete reisiydi.
Garip, bilimdışı inançlarım da var, bilimin bu topraklarda doğacağını
düşünüyorum örneğin. Siz sormadınız ben söyleyeyim, çünkü Marksizm bu
topraklarda biterse dünyada biter. Bu benim kesin inancım. Bir yanım da
böyle çok yerel.

*Yukardakiler ve aşağıda ekleyeceklerim, TR nin sıkı entellerinden Enis
Batur un YK ile yaptığı uzunca bir röportajdan alınmıştır, (link en sonda).*
*Konu YK olunca bu mesaj uzar. Ben kendim için bazı cımbızlamalar yaptım,
isteyen okur isteyen okumaz,  içinde Nazım la ilgili değişik iddialar da
 var.*

Öğrenciyi çok severim, hayatta en çok sevdiğim şey hocalık, öğrencilik; ama
öğrenciyi sevmek başka şey, öğrenci perspektifine bağlı kalmak başka şey.
Bizim solumuz öğrenci perspektifini aşamıyor.

Bana neden mutlu olursun derseniz, Türkiye'de aydın muhalefeti olduğum için
mutluyum, derim.

Görsel değilim, görselliğe karşıyım, çünkü görselliğin görmenin, anlamanın
engeli olduğunu düşünüyorum. Belki mistik dersiniz, gözümü kapattığım zaman
daha çok gördüğümü düşünüyorum. Ne anlama geliyor bu sözüm, hiç bilmiyorum,
beni de ilgilendirmiyor ama zaman zaman gözümü kapattığımda çok şey
görüyorum.

*Bunca sene matematik okudum yaptım, matematikde Jakobenler kimlerdir, ben
bulamadım, *
*halbuki büyük yalçın küçük var! diyor:*

Benim doktora tezim Planlama'da idi. Planlamanın bütün özünün Sovyetlerden
doğduğunu göstermeye çalışıyordum, matematik tarafları da vardı, çok da
özgün değildi ama bu da doğru çıktı. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde
planlamanın felsefi bir iş olduğunu, müdahale etmeye, değiştirmeye yönelik
olduğunu, bir teknik olmadığını anlatmaya çalışıyordum. Toplum beni öyle
bir noktaya getirdi ki, ne söylersem tez olarak kabul etti. Orada matematik
formüllerden söz ediyordum, matematikte Jakobenler vardır, Jakobenlerden
bahsediyorum diye beni çaktırmak istediler. Tez yapmayı bir savaş olarak
gördüm. Ne yaptıysam savaş halinde yaptım; düşünce eşittir savaş diye
düşündüm.

Bir de kanun çıkardılar, üniversiteden emekliliğini isteyerek ayrılanlar
yani istifa edenler, otomatik olarak dönebiliyor. Bana şimdi
uygulamıyorlar, çünkü korkuyorlar. Türkiye'deki üniversitelere birinci
olarak girdim, birincilikle geçtim sınıflarımı. Şu anda da beni
üniversiteye almak istemiyorlar; solcu olduğum için de değil, beni solcu
kabul etmiyor çoğu.

Ben, aynı DGM'lerde şunları da söyledim, "ben Nâzım'ı getirdim, Nâzım,
Haymana'da benimle yatıyor" dedim, çünkü buna inanıyorum. Önemli olan
onların ne düşündüğü değil ki, ben inanıyorum. Türkiye'ye dönüşümü Türk
aydını adına yaptığıma inanıyorum; önemli olan da benim düşünmemdir, başka
bir şey değildir. Dolayısıyla Nâzım gelemedi, Mehmet Akif gelemedi, ben
geldim. Dönüşümle sadece ben gelmedim, onlar da geldi. Dolayısıyla Nâzım'ın
toprağını canlandıralım, mezarını canlandıralım gibi düşünceleri çok
çocukça buluyorum. Hem bir aydının böyle bir sorunu olamaz, ben komünistim
diye şiir yazmış bir adamın toprağı, yeri olmaz.

Sovyetler Birliği çöktüğü zaman çok acı çektim, şimdi belki de seviniyorum.
Savaş bu.

Nâzım'dan söz açtık, işte gayet açık olarak söylüyorum, Nâzım'a bazı şeyler
söylüyorlar. Nâzım işte. Çok açık olarak, Nâzım sevemez, çocuktur... Yani
bunları söylerken korkmuyorum.
"Nâzımoloji" diye bir incelemem var. Bu incelemem, Nâzım Hikmet'in
Sovyetler'deki hayatının zavallı bir hayat olduğuna dairdir. Vera için çok
olumsuz sözler söyledim, 'öldüğü gün, Vera kim bilir yan odada ne iş
yapıyordu' dedim. Türk aydınını çok sevdiğim için onunla bir kavgam var,
bunu gördüğüm zaman her şeye rağmen korkuyorum. Türk aydınını çok
seviyorum, ama bırak devrim yapmayı, gerçeğe yiğitçe bakma cesareti yok.

Türk aydınının Nâzım'dan, sevdiği şiirleri bana göre şiir değildir. Doktor
Hikmet bunu çok ağır söylemiştir, ben öyle söylemem. Nâzım, yine bizim
çıkartabileceğimiz en güzel çocuklardan bir tanesidir, bundan hiçbir kuşkum
yok; ama Nâzım'ın en güzel şiirleri, son yıllarda yazdığı şiirlerdir.
Yalnızlık, ölüm korkusu, kadınsızlık. "Ölüm bana kendisinden önce
yalnızlığı yolladı" diyor, o kadar yalnız. Bu aptal Türk solu, on bir yılda
beş tane, üç yüz altmışla çarpsanız, üç bin altı yüz, beş tane cephe
örgütünde Nâzım'ın iki kadınla çekilmiş resmiyle Nâzım orada hayat yaşadı
zannediyor. Adam bütün şiirlerinde nasıl öleceğim, cenazem buradan nasıl
çıkacak, o kadar korkuyor ki, karıncalar vücudumu bilmem ne yapacak diyor,
ben onları okurum. Belli noktaya kadar çok korkuyorum, bu korku savcılık
korkusu değil, yanlış olmasından, bunun doğru olamayacağından çok
korkuyorum. Ancak çok önemli ölçüde, bunun doğru olacağına karar verdiğim
taktirde, hiç kimse beni bunu telaffuz etmekten, bunu yoldaşım aydına
götürmekten, bilim adamına götürmekten alıkoyamaz.

...  kendimi zeki bulmuyorum, aptal buluyorum ben, Hatta DGM'de bir kere
çok hoş oldu, iddianame yazmışlar, ben, "Kürdistan sömürge değildir"
demişim, bunu okudum sevindim, "Değerli Yargıç dedim, İsmail Beşikçi
Kürdistan sömürge diyor, onu dava etmişiniz. Bakın burada, iddianamede,
Kürdistan sömürge değildir demişim. Aptalım ama o kadar da aptal değilim,
beni de mahkum edeceksiniz" dedim, mahkûm ettiler.

.... Behcet Necatigil benim sınıfıma ders vermezdi, ama biz delikten
bakardık Behçet Hoca'ya; çünkü biz fen grubundaydık. Kan çıkacaksa, Oğuz
Atay konusunda çıkabilir... Oğuz Atay'ın kişiliğini çok seviyorum, ama
romanına hiç katılmıyorum, o ayrı. Bunu da ısrarla yazdım. Bana göre, eğer
size, benim merakımı göstermesi bakımından bir ipucu sayılırsa, Oğuz
Atay'ın yazdığı Mustafa İnan'ı da okudum, bana göre çok güzel bir iş
Mustafa İnan. Çok beğendim onu, severek okudum.

.......  Her cephede savaşıyorum, Tarih Vakfı diye bir vakıf var, başkanı
inşaat mühendisi. Genel Sekreteri, benim öğrencim, iktisatçı. Bir tanesi
daha var, Yiğit, mimar; bunların çoğu benim arkadaşım. Kimse yanlış
anlamasın ama böyle şey olur mu? Bu memlekette Samuelson İngilizcesiyle
tarihçilik olur mu? ODTÜ'de Samuelson okutulurdu, ufacık bir İngilizcedir
o; "I go, I come" yeter. Hiçbiri İngilizce de bilmiyor. 1980'li
yıllardaydı, YÖK kurulmuştu, doçentlik sınavını YÖK yapıyordu.
İngilizceden, ODTÜ'de doçentlik sınavına girenlerin çok büyük bir kısmı
başarılı olmuştu. Namuslu bir adamım, o zaman "Hayır YÖK biçmedi, hayır
bunlar İngilizce bilmezler" dedim. Dil bilmek başka bir şeydir. Eğer bir
roman okuyamıyorsa, bir tiyatroyu izleyemiyorsa, o insana istediği kadar
mühendis olsun, dil biliyor diyemeyiz. ODTÜ'de İngilizce dersi vermekle,
İngilizce bilinmez. Ha, şimdi ben bunları yazıyorum, herkes bana böyle şey
olur mu diyor. Şu tarih mesleğine bakın, burada bir Tarih Vakfı, tarihle
ilgisi olmayan insanlarla yönetiliyor. Öbür taraftan Tarih Kurumu, bunların
hepsi ilahiyat mezunu veyahut o kafada ve aynı amprisizm. Adam, Türkçe
profesörüymüş, 'nar' kelimesinin 'ateş' olduğunu bilmiyor. Onun için böyle
sorunlarımız var.

....   Ben dilimi seviyorum. Dil sevgisi... Bu kitabın önsözüne 'dil tadı'
diye bir laf uydurdum. İnsan dilini sevmezse nasıl insan olur? Atina'da
hakkımda romanımsı bir kitap yazan Sofia çok hırslı bir kızdı. On yıl
Amerika'da, İtalya'da yaşamış, Atina'da çok başarılı bir genç hanımdı. Beni
çok etkiledi, iki açıdan çok etkiledi. Sofia, memleketini seviyor musun,
dedim. "İşte Ege, Yunanistan, ama Yalçın, dünyanın en güzel dili benim
dilim" dedi. Çok kıskandım. Bir insanın 'dünyanın en güzel dili benim
dilim' demesi ne güzel bir şey...

Enis Batur Röportajı:

http://yk75.org/?p=yazilari&i=1


http://www.odatv.com/n.php?n=dogum-gunun-kutlu-olsun-deli-cocuk-1602131200


http://www.yk75.org/
-------------- sonraki bölüm --------------
Bir HTML eklentisi temizlendi...
URL: <http://yunus.listweb.bilkent.edu.tr/cgi-bin/mailman/private/turkmath/attachments/20130219/5b7ebbc1/attachment-0001.html>


Turkmath mesaj listesiyle ilgili daha fazla bilgi