[Turkmath:2147] Fwd: bir kitabınız hakkında

Timur Karacay tkaracay at baskent.edu.tr
Mon Apr 3 19:54:13 UTC 2017


Sayın Dr. Işıklılar,

*İlmin mahiyeti hakkında *yazmak lütfunda bulunduğunuz ve muhtemelen 
vahyedilmiş  fikirleinizi bendenizin anlaması olanaksız.
Haklısınız anlamadan okumuşum! Çocukken kuranı hatmetmiştim. Hâlâ ne işe 
yaradığını düşünmekteyim. Büyüyünce en iyi tercüme sayılan Elmalı'nın 
mealini okudum. Tevratı ve İncl'i de okudum. Teşhisinize katılıyorum, 
onları sizin anladığınız gibi anlayamamışım.
Zaten kitap haline getireceğinizi söylediğiniz ilmi hakikatlerinizi 
bütün matematikçilerin biimesinde sakınca görmeyeceğinizi düşünerek 
listeye gönderiyorum.
Umarım, benim anlayamadığım yaratılmış vahiy bilgileri anlayanlar 
çıkacak ve bana 36,5 yılda ancak bir kez doğru gösteren hicri takvimin 
neden en iyi takvim olduğunu öğretecektir.

Saygılarımla,
Timur karaçay
::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::


-------- İletilmiş İleti --------
Konu: 	bir kitabınız hakkında
Tarih: 	Mon, 3 Apr 2017 17:43:55 +0200
Kimden: 	Dr Sadi IŞIKLILAR <sadi.isiklilar at gmail.com>
Kime: 	tkaracay at baskent.edu.tr



*/“Einstein’in görelilik kuramı” diye uydurukça bir başlıkla (doğrusu: 
EİNSTEİN’in İZAFİYET NAZARİYESİ)  adlı kitapçığınızın 40. Sayfasında, 
Müslümanların iyi takvimler  yapamadıklarını yazmışsınız. Roma’nın ise, 
güneş hareketlerine dayalı takvimi başarılı bulmuşsunuz./*

*//*

*/Anlaşılan Kuran’ı iyi yahut hiç okumamışsınız. Buyrun:/*

*//*

*//*

*/55:5 - Güneş de ay da bir hesap iledir./*

//

*/10/5 - ….  Seneleri ve 'hesabı' bilesiniz diye, Ay'a menziller 
(duraklar) takdir etti. /*

*//*

*/Gerçek takvim güneşe değil, ay sistemine dayanır. Ve Müslümanlar 
kullanılır. Güneş takviminden daha üstündür. Biraz araştırma ile 
öğrenebilirsiniz./*

*//*

*/Bu mühim hata ve kitap lisanınızdaki uydurukça kelimeler yüzünden 
kitabınızı okumayı 40. Sayfasında bıraktım. /*

*//*

*/Bu da benim aynı mevzuda yakında neşretmeyi düşündüğüm bir kitabın 
birkaç sayfası…./*

*//*

*/(lisana dikkat!)/*

*//*

*//*

*//*

*/Dr Sadi IŞIKLILAR/*

/İLMİN MAHİYETİ VE KAYNAKLARI///


  İlmin Mahiyeti

İlim, ilmî malûmatın (ilmî bilgilerin) mecmuuna verilen isimdir. İlmi 
bilgi ise, umumi geçerliliği bulunan bilgi demektir. İlmi, adi bilgiler 
toplamından ayıran temel hususiyeti, ilâhi olması, başka ifade ile 
yaratılmış olmasıdır. Adi bilgiler ise insan tarafından derlenmişlerdir. 
Hiç şüphesiz adi bilgiler de insan için faydalıdır, fakat mekân ve 
zamanda farklılık gösterebilir. Meselâ iktisat, fiyat, arz ve talep, 
ihtiyaçlar, ferdi ve milli gelir ve giderler, yatırımlar, faizler, 
istihdam, üretim ve inkısam gibi mevzularda insan tarafından 
oluşturulmuş bir takım adi bilgilerden teşkil eder. Bu sebeple iktisat, 
bir ilim değildir. Bu türlü, belli alandaki adi bilgiler mecmuuna ise 
Disiplin adı verilir.

İnsan, ilm’i bilgileri tespit edip ortaya çıkarır; zira bu tür bilgiler 
yaratılmış olduklarından zaten mevcutturlar; insanoğlu araştırması 
sonucu bunları tespit eder.


  İlmin Kaynakları

İnsan, ilmi araştırmaları neticesinde ilmi bilgileri elde etmesi ve 
dolayısıyla yaratıldığını ifade ettiğimiz ilme ulaşmasında şu kaynakları 
kullanır:

a) Vahiy

b) Tefekkür

Şimdi bu kaynakları sırası ile tetkik edelim:

Vahiy, en sağlam bilgilerin elde edildiği kaynaktır. Ancak vahiy, 
nebilere mahsustur. Vahiy, Allah’ın nebilere bildirmesidir. Nebiler de 
bunları insanlara bildirir. Vahiy kapsamındaki bilgilerin bir kısmı 
doğrudan din kitabında yer alır. Meselâ, kâinatın gittikçe genişlemekte 
olduğu Kur’anda yer almaktadır. Ne var ki, tüm ilmi bilgiler 
vahyedilmediği gibi, artık vahiy yolu kapalıdır. Bu sebeple insan, diğer 
kaynaklara da müracaat etmiştir ve etmektedir.

İkinci kaynak tefekkürdür; yani bir fikre ulaşmak için düşünmektir. 
Tefekkür, birçok ilmi bilginin elde edilmesini sağlar. Meselâ, Nevton’un 
düşen elmayı görerek tefekkür etmesi, yerçekimi kanununun; Arşimed’in 
suyun tası kaldır-ması üzerinde tefekkür etmesi, Suyun Kaldırma Kuvveti 
Kanununun; Alfred Nobel’in kumlar (silisyum) üzerine dökülen sıvı 
nitratın patlamaması üzerinde tefekkür etmesi, dinamidin icadının ve 
keza Einstein’in ışık üzerinde tefekkür etmesi, izafiyetin ve E=mc^2 
‘nin keşfedilmesini sağlamıştır.

İlmi bilgilerin sağlanmasında tefekkür, en önemli kaynaktır. Tefekkür 
sürecinde;

a) Müşahede (gözlem) ve Tecrübe (deney)

b) Muhakeme

sık kullanılan ameliyelerdir. Ne var ki müşahede ve tecrübe, sınırlı 
imkânlar verir. Zira müşahede ve tecrübe esnasında, bir çok tahdit edici 
(sınırlayıcı) faktör mevcuttur. Bu tahditler, duyu uzuvlarının 
kifayetsizliğinden ileri gelir. Meselâ gözler bazı dalga boyuna sahip 
ışınları göremediği gibi, kulaklar belli frekanstaki sesleri işitemez. 
Dolayısıyla müşahede ve tecrübe elbette mühimdir; ancak tam olarak 
yeterli değildir.

Muhakeme de tek başına yeterli değildir. Aristo’nun muhakeme ve mantığı 
uzun asırlar boyu rakipsiz görüldükten sonra bugün komedi olarak da 
kullanılmaktadır. Fakat yerinde kullanıldığında muhakeme, birçok ilmi 
bilginin tespit edilmesinde çok mühim rol oynar. Einstein, kendi 
teorisini ileri sürerken, tefekküründe, nerede ise müşahede ve 
tecrübe-ye hiç başvurmamış, sadece muhakemeyi kullanmıştır.

İlmi bilginin elde edilmesinde, bu ameliyeler birlikte de kullanılır. 
Şöyle ki; önce problem tespit edilir ve tarif edilir. Yahut bir problem 
mevcut değilken tamamen tesadüf eseri karşılaşılan bir olay ele alınır. 
Bunların üzerinde muhakeme ameliyesi tatbik edilir. Neticede bir hipotez 
geliştirilir. Sonra hipotezin doğruluğu veya geçerliliği müşahede ve 
tecrübe edilir. Yine akıl ve muhakeme yoluyla bir hükme (yargıya) 
varılır. Böylece bir iddiada bulunulur. Bu iddia, hipotezler ve 
hükümlerin gerektiğinde birden fazla müşahede ve tecrübeye alınması 
neticesinde red olunur veya teoreme / teoriye dönüştürülür. İşte bu 
artık, ilmi bir bilgidir.

Bu izahatla alakalı bir misâl verebiliriz: Bir kişi, uçmakta olan her 
hayvanın kanatlarının olduğunu fark etmiş olsun. Bu kişi, muhakeme ile, 
“Kartal uçtuğuna göre, kartalın da uçması gerekir.” diyebilir. Kişi 
artık şu hipotezi ifade edebilir:

Uçan her hayvanın kanatları var. (1. Önerme)

Kartal da uçan bir hayvandır. (2. Önerme)

Hipotez bu iki önermeden oluşacaktır. Ancak, önermelerin doğruluğu, 
müşahede ve tecrübe ile araştırılır. Yani kişi, uçan her hayvanın 
kanatlarının olduğu önermesinin doğruluğu ile, kartalın da uçtuğu 
önermesinin doğruluğu araştırılacaktır. Önermelerin ifade şekli son 
derece mühimdir. Doğruluk da bu ifadeye göre kesinlik kazanacaktır. 
Kişi, ilk önermede,  uçan her hayvanın kanatlarının olduğunu iddia 
etmektedir. (Kişi, kanatları olan her hayvanın uçtuğunu iddia 
etmemektedir. İddia bu olsaydı, tavuk misâli, iddiayı yanlış yapacaktı). 
O halde, uçtuğu halde kanatları olmayan bir hayvan gösterilebildiği 
takdirde, iddia geçersiz yani önerme yanlış olacaktır. Böylece, hipotezi 
teşkil eden önermelerin doğruluğu, müşahede ve tatbik edilebiliyorsa 
tecrübe yoluyla tespit edilmiş olacaktır. Netice olarak, yukarıda 
hipotezi teşkil eden her iki önerme de doğrudur.

Kişi bundan sonra, muhakeme yoluyla hükümde bulunacaktır: “O hâlde, 
kartalın da kanatları vardır.”

Bundan sonra yapılması gereken, hüküm (yargı) ifadesinin (önermesinin) 
müşahede ve tecrübe yoluyla ispatının yapılmasıdır. Yani kartalın 
kanatlarının olduğunun gözlemi gerekir. Var ise, “Kartalın kanatlarının 
olduğu” bilgisi ilmi bir bilgi olacaktır. Daha doğrusu ilmi bilgi şöyle 
olacaktır:

“Uçan her hayvanın kanatları olduğundan ve kartal da uçan bir hayvan 
olduğundan, kartal kanatları olan bir hayvandır.”

Hipotez ve bundan çıkarılan hüküm şu şekilde ifade edilebilir:

1. ifade şekli:

Uçan her hayvanın kanatları var. (Hipotezin 1. Önermesi)

Kartal da uçan bir hayvandır. (Hipotezin 2. Önermesi)

O hâlde, kartalın da kanatları vardır. (Hüküm)

2. ifade şekli:

Uçan her hayvanın kanatları vardır. Eğer kartalın kanatları varsa, 
kartal da uçar.

3. ifade şekli:

Uçan her hayvanın kanatları olduğundan ve kartal da uçan bir hayvan 
olduğundan, kartal kanatları olan bir hayvandır.

Bu süreçte temel kural şudur:

a) Hipotezin doğruluğu esastır. Zira, yanlış bir hipotezden (varsayımdan);

-Yanlış bir muhakeme ile (tesadüfen) doğru bir sonuca gidilebileceği 
gibi yanlış bir sonuca da gidilebilir.

-Keza, doğru bir muhakeme ile doğru bir sonuca gidilebileceği gibi 
yanlış bir sonuca da gidilebilir.

Demek ki, hipotezin yanlış olması hâlinde muhakemenin doğruluğu, sonucu 
(yorumu, yargıyı, hükmü) her zaman doğru yapmamakta,  yani yanlış bir 
yoruma da gidilebilmektedir.

b) Ancak hipotezin doğruluğu da tek başına yeterli değildir.  Zira doğru 
bir hipotezden, yanlış bir muhakeme ile yanlış bir sonuca gidilir.  O 
hâlde, doğru sonuçlara (yoruma, yargıya, hükme) ulaşmak için, 
hipotezlerin yanında, muhakemenin de doğru olması gerekmektedir. İlmi 
bilgi sadece bu durumda elde edilebilir.

Hipotezler, daha önceden ilmi bilgi mahiyeti kazanmış bilgiden 
(bilgilerden) oluşuyor ise, tekrar doğruluğu araştırılmaz.

  Muhakeme, akıl ve/veya fikir yürütmek, olaylar arasında sebep-sonuç 
münasebetini de nazara alarak bağ kurmak, bu bağı tahlil edip, kurallar 
tespit etmek, böylece fikri bir neticeye ulaşmak anlamına gelen bir 
kelimedir. Akıl,  doğruyu ve faydalı olanı tespit edebilme; zekâ ise 
olaylar arasında sebep-sonuç münasebetini kurabilme gücüdür.


  İhtimaliyet ve Pozitivizm/Rasyonalizm

                 Günümüzde bazı fizikçilerin ve mütefekkirlerin 
(düşünürlerin, filozofların) sebep – sonuca dayalı kesinliği başka 
deyişle pozitivizmi / rasyonalizmi red ettiklerini, fizik kanunlarında 
bile ihtimaliyetin bulunduğunu savunduklarını görmekteyiz. Buna karşı 
gelen Einstein, “Tanrı zar atmaz” demiştir.  Ne var ki, ilim bugünkü 
seviyesine, pozitivizm ve rasyonalizm ile ulaşmıştır. Bunu kimse ret edemez.

Pozitivizme karşı ileri sürülen görüşlere itibar etmek mümkün değildir. 
Allah, tüm kâinatta umumi fizik kurallarını yaratmıştır. Sebepler 
sağlandığında veya vuku bulduğunda, netice kaçınılmazdır. Allah, bizzat 
Kur’anda, her şeyin bir ölçü ile yaratıldığını ve üstün bir nizam 
bulunduğunu bize bildirmektedir. Vahyen bize bildirilen bu bilgi 
üzerinde felsefe yaparak, pozitivizmin yıkıldığını ileri sürmek mümkün 
ve inandırıcı değildir. Diğer taraftan, pozitivizmin, inkârcı maddeci ve 
materyalist bir düşünce şekli olduğu iddiası da doğru değildir. Hatta 
birçok noktada bu iki akım birbiri aleyhine karşılaşır.

Ancak, inkârcıların, bazı bilgileri (meselâ evrim teorisini) ilmi bilgi 
diye ileri sürmeleri, gerçeği değiştirmez. Zaten ilim ilerledikçe, 
Hakk’ı kabûl etmektedir. Zira keşfedilen her ilmi bilgi, nizamın 
kendiliğinden oluşmasının mümkün olamayacağını gerçeğini haykırmaktadır.

Hatta öylesine ki, günümüz fizikçileri, kâinat hakkında Umumi Teoriye 
ulaşmak için tefekkür etmektedirler. Bu öyle bir teori ki, büyük 
patlayışla yaratılmış olan ve tüm kâinata hâlen hâkim olan ve tüm 
kâinatı açıklayan teoridir. Einstein de bu teori üzerinde durmuştu. 
Günümüzde S. Hawking de bu teori üzerinde tefekkür etmektedir. Sorun, 
rasyonalizm ve pozitivizmde değil, skolâstik düşüncededir.

Skolâstik düşünce, pozitivizm ve rasyonalizmin karşısında yer alır. 
Burada tefekkür, müşahede ve tecrübe ortadan kalkmıştır. Artık, daha 
önce düşünmüş olanların düşünceleri rehber alınır. Hatta bazen, umumi 
efkâra bakılarak karart verilir. Meselâ bir toplumda bir şahıs çok fazla 
itibar görüyor ise, bazıları, bu geniş itibara bakarak kendi de itibar 
eder; düşünmeye, ilmi araştırma yapmaya gerek duymaz. Bu kadar genişi 
bir kitlenin itibar ettiği şeye kendisinin de itibar etmesi gerektiğini 
düşünür. Bu tehlikeli bir skolâstik düşünce tarzıdır ve hurafelerin 
doğmasına da sebep olur.

Meselâ, bir papazlar meclisinde, bir atın kaç dişinin olduğu hususu 
gündeme geldiğinde bazı papazlar, “Aristo’ nun atın kaç adet dişinin 
bulunduğunu yazdığını” söylemişlerdir. Buna karşılık meclisteki 
Mütefekkir Francis Bacon[1] <#_ftn1>, “karşıda otlamakta olan atın 
dişlerini gidip sayabileceklerini söylemiştir.” Buna gerek olmadığı 
söylenmiş ise ısrar üzerine atın dişleri sayılmış, ancak tespit edilen 
diş sayısının Aristo’nun yazdığından farklı olduğu görülmüştür. Karanlık 
skolastik düşünce, Bacon haricindeki papazların “atın yanıldığını” 
söyleyecek kadar ileri gitmelerine sebep olmuştur.

Bu umumi tablodan sonra tekrar pozitivizme dönebiliriz. Pozitivizm, ilmi 
gerçekleri ortaya çıkarabilmenin ve kâinatın kavranmasının akıl, 
müşahede ve tahlil ile olacağını söyler. Bunun karşısında olan 
ihtimaliyet yaklaşımını bir tarafa bırakırsak, daha ciddi rakip, aklın 
tüm bu gerçekleri ortaya çıkaramayacağını iddia eden dini 
yaklaşımlardır. Hiç şüphesiz, ilmin önünde duvar gibi duran ve âlimleri 
asmaya ve yakmaya kadar varan despotizmi ile ortaçağ kilisesinin dini 
yaklaşımından bahsetmiyoruz. Bahsettiğimiz, bilhassa fiziğe İslami 
zaviyeden bakan görüşlerdir. Buna göre, tük kâinatta Allah’ın külli ve 
sürekli bir iradesi, koruması ve kollaması söz konusudur. Allah, bu 
iradesini çektiği an tüm kâinat darmadağın olacak, sistem ve nizam 
bozulacaktır. Elektronları ve dönen cisimleri, enerjilerini kaybetmeden 
dönemlerini sağlayan Allahın bu sürekli müdahalesidir. İnsan, aklı ile 
atomun kıyısına kadar gidebilir; içeri giremez. Girdiğinde, aklı ile 
atom içinde olan biteni izah edemeyecektir. Bunlara göre, materyalizm 
büyük bir açmazda ve çöküştedir.

Aslında, pozitivzmi materyalist yaklaşım gibi görmek hatadır. Evet, 
materyalistler de birçok hususta, pozitivistler gibi davranmışlardır; 
ancak her şeyi Allah’ın sürekli iradesine havale etmek, ilmi yaklaşıma 
aykırıdır. Unutulmamalıdır; elektrik, nükleer reaksiyonlar, nükleer 
enerji ve nükleer silahlar, tesadüfen değil, akıl ve muhakeme yoluyla 
keşfedilmişlerdir.

Allah’ın kâinatı ve fizik kurallarını kusursuz yarattığının, kâinatı bu 
kurallara boyun eğdirdiğinin, artık kâinatın bu kurallara göre büyük bir 
nizam içinde işlediğinin kabûlü, pozitivist yaklaşıma aykırı değildir. 
Bu kabûller, zaten akla uygundur.

Sözgelişi, ilmi araştırmalar, müşahede ve tecrübeler, kâinatın gittikçe 
genişlediğini göstermiştir. Bu tespitler, müşahede ve tecrübelerin 
eseridir.  Daha sonra akıl ve muhakeme devreye giderek,  kâinat gittikçe 
genişlediğine göre, zamanı geri sarıp başa döndüğümüzde, kâinattaki tüm 
cisimlerin bir noktadan yayılmaya başladığı gerçeğine bizi götürmüştür. 
Böylece akıl, büyük patlamaya ulaşmıştır. Büyük patlama (yaratılış) ve 
kâinatın gittikçe genişlediği, zaten Kur’anda da yer almaktadır ve aklın 
tespitleri, Kur’ana tezat teşkil etmemektedir.

Aklın ulaştığı bir sonuç, eğer dinin bize bildirdiğine aykırı ise, 
pozitivizm bu noktada materyalizmden ayrılır ve aklın yaptığı yanlış 
tespiti, muhakeme hatasına havale ederek,  ret eder.

Fakat aklı ret etmek, ilmi ret etmektir. Kur’anda Allah bir çok 
ayetinde, “hiç akletmeyecek misiniz”, “hiç düşünmeyecek misiniz” diye 
insanları ikaz edilmektedir.

/TEMEL SORULAR/


  Madde - Enerji Dönüşümü

Bilindiği gibi, fizikte temel iddialardan biri de, kâinatta toplam madde 
ve enerji miktarının sabit olduğu, bu miktarın değişmediği, ancak 
birbirine dönüşebildiği şeklindedir. Bunun aksi de ileri sürülmektedir. 
Ancak, her iki iddia da ilmi bir bilgi değildir; zira ispatı yapılamamıştır.

Maddenin maddeye, maddenin enerjiye, enerjinin enerjiye ve enerjinin 
maddeye dönüştüğü bellidir ve açıktır. Ancak, kâinattaki toplam madde ve 
enerji miktarının sabit olduğu kesin değildir. Bunun ispatı da en 
azından şimdilik mümkün görülmemektedir.

Kâinatı yaratılışında, miktarını ancak yaratıcının bildiği madde ve 
enerji kâinata verilmiş ve bu miktar sonradan hiç değişmemiş olabilir. 
Daha sonra, fizik kurallar çerçevesinde bunlar birbirlerine 
dönüşebilirler. Bu dönüşümün olduğu kesindir.

Toplam enerji ve madde miktarının sabit olmadığı ve sürekli olarak 
yaratıcı tarafından enerji takviyesi yapıldığını ileri sürenlerin 
dayanağı şu iddialardır:

Maddeyi teşkil eden atomlardaki elektronlardan başlayıp, en büyük uzay 
cisimlerine kadar her şey sürekli hareket hâlindedir. Bu hareket akıp 
gitme şeklinde veya elektronlarda olduğu gibi sürekli dönme şeklindedir. 
Newton’un iddialarında biri de, “herhangi bir kuvvet uygulanmadığı 
sürece her cisim uzayda doğrusal hareketini sonsuza kadar sürdürür” 
şeklindedir. Bu iddiayı daha sonra teferruatlı açıklayacağız. Büyük 
patlama ile hareket kazanmış her cismin uzayda herhangi bir engelle 
(kuvvetle) karşılaşmadığı sürece bu hareketini devam ettireceği görüşü, 
mantığa ters düşmemekle birlikte, bu iddiada esirin varlığı ihmâl 
edilmiştir.

Fakat ivmeli hareket mutlak surette kuvvet gerektirir. Başka deyişle 
dönme şeklindeki hareket, enerji şeklinde de olsa, kuvvete ihtiyaç 
duyar. Meselâ gezegenlerin güneş etrafında dairevî veya eliptik 
dönüşleri, keza elektronların çekirdek etrafında dönüşleri, ivmelidir ve 
bir enerji gerektirir. Eğer toplam madde ve enerji miktarı sabit ise, 
elektronların bu dönüşleri için kullandıkları enerji karşılığında 
toplamı sabit tutabilmek için kâinata yeni enerjiler veya maddeler 
vermeleri gerekir. Dikkat edilecek husus, eklenmesi gereken yeni enerji 
ve/veya maddelerin, enerjiyi kullanan elektronlar tarafından 
verilmesinin şart olmadığıdır; bu ilâveler başka kaynaklardan da gelebilir.

Bu soru, fiziğin en zor sorularından biridir ve henüz cevaplanmamıştır. 
Madde ve enerji toplamının sabit olup olmadığı konusunda ileri sürülen 
iddialar sadece birer iddia olup ilmi bilgi değildir.

Bu hususla ilgili şu izahatı yapmak faydalı olabilir:

a) Madde ve enerjinin birbirine dönüştüğü doğru olmasına rağmen, 
bunların toplamının sabit olduğu veya olmadığı kesinlik kazanmamıştır. 
İddialar ilmi bilgi mahiyetinde değildir.

b) Bu toplamın sabit olup olmadığı bilgisi mühim midir? Bizler kâinatın 
noktasal bir alanında yaşıyoruz ve Kâinatın çok küçük bir kısmını 
tanıyabiliyoruz. Kâinatın ötelerine hiçbir zaman gidemeyeceğiz. Kâinatta 
neler olup bitiyor, bilmiyoruz.  Böyle bir bilginin, yani toplam madde 
ve enerji miktarının sabit olduğu bilgisinin ne faydası olacağını da 
kestiremiyoruz.

c) Kâinatta, sürekli enerji ve madde kullanımı sebebiyle toplam miktarda 
bir azalış vuku buluyorsa, bu kâinatın ömrünün sınırlı olduğunu mânâsına 
gelir. Bu ise, materyalist fizikçilerin rahatsızlık duydukları bir husus 
olduğundan kâinatta toplam madde ve enerji miktarının sabitliği 
görüşünde ısrar etmişlerdir; ancak ispatlayama-mışlardır. 
İspatlayabildikleri, bir maddenin meselâ yanması gibi dönüşümünde ortaya 
çıkan yeni madde ile açığa çıkan enerjinin toplamının sabit olduğudur.

d) Toplam madde ve enerji miktarının sabit olduğu iddiası, daha ziyade 
materyalist yaklaşımda bulunanların iddialarından biridir. Buna 
karşılık, böyle bir sabitliğin ancak yaratıcının müdahalesi ile mümkün 
olabileceğini ileri süren fizik felsefecileri de iddialarında ileri 
gitmiş olabilirler. Bu müdahale; yaratıcının kâinata sürekli olarak yeni 
enerjiler vermesi şeklinde olabileceği gibi, enerji kullanan cisimlere 
meselâ elektronlara ve gökcisimlerine, bu hareketlerine devam etmeleri 
emrini vermesi şeklinde de olabilir.

e) Yaratıcının, kâinata hâlen yeni enerjiler takviye ettiği görüşü, 
yaratıcının yaratma kudreti ile bağdaş-mamaktadır. Sürekli yeni 
enerjiler takviyesi, başlangıçta yani ilk yaratmada kusur bulunduğu, bu 
kusurun sürekli enerji takviyeleri ile giderildiği mânâsına da 
gelebilir. Bu ise yaratıcının şanına uygun değildir; yaratıcı, kâinatı 
kusursuz yaratmıştır. Böyle bir düşünceye karşı, yaratıcının, hareket 
hâlindeki cisimlere, bu hareketlerine sonsuza kadar devam etmeleri 
emrini vermesi görüşü daha makûl görünmektedir. Mümkün müdür? Elbette 
mümkündür:

“… /Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, hepsi O'na gönülden 
boyun eğmişlerdir." (Bakara/ 116)./


  Dönmenin Devamlılığı

Dönme şeklindeki hareket, enerji şeklinde de olsa, kuvvete ihtiyaç 
duyar. Meselâ gezegenlerin güneş etrafında dairevî veya eliptik 
dönüşleri, keza elektronların çekirdek etrafında dönüşleri, ivmelidir ve 
bir enerji gerektirir. Bu ifadeler önceki sayfada da yer almaktadır. 
Ancak burada mesele, bu dönüşlerin sürekliliği sebebiyle ihtiyaç duyulan 
enerjinin nereden sağlandığıdır. Tüm müşahede ve muhakemeler buna 
mantıklı bir izah getirmemiş, bir hipotez oluşturulamamıştır. Her ne 
kadar, klasik ivme teorisi ile elektronların dönüşleri esnasında 
yaydıkları düşünülen elektromanyetik ışınlar bu dönme hareketinin 
sürekliliği ile ilgili ise de, Bohr’un böyle ışın yaymadıkları iddiası 
tezat hâlindedir.

Evet, Yaratıcı, her şeyi sebep-sonuç münasebeti ile yaratmıştır. Ancak, 
bu münasebete uymayan gerçekler de bulunmaktadır. Bunlar, ilimlerdeki 
ispatı olmayan, fakat doğruluğu açık ve kesin olan aksiyomlara 
benzemektedir. Meselâ matematikte nokta, bir aksiyomdur. Varlığı 
kesindir. Ancak varlık ispatı bulunmamaktadır. Hatta tatminkâr bir 
tarifi dahi yoktur; fakat başka tariflerde kullanılır. Meselâ çemberin 
tarifi, “bir noktadan eşit uzaklıktaki noktaların geometrik yerine 
çember denir” şeklindedir.

Elektron ve gezegen gibi varlıkların sürekli ivmeli hareketleri, 
kesinlikle bir enerji gerektirmektedir. Bu enerji kesildiğinde, elektron 
çekirdeğe ve gezegenler de güneşe düşeceklerdir. İşte bu düşmeye mâni 
olan enerji devamlılığının nasıl sağlandığı, başka deyişle bir sonuç 
olan sürekli dönmenin sebebi bilinmemektedir. Burada, sebep – sonuç 
münasebeti mi kesilmiştir, yoksa bir sebep var olmakla birlikte bu 
sebebin ne olduğunu biz mi bilmiyoruz; bu belli değildir.

Eğer sebep – sonuç münasebeti kesilmiş ise, (ki, kâinatın yaratılmasında 
bir sebep aranamayacağı gibi, bu mümkündür.) bu takdirde yaratıcının 
böyle buyurmasından başka izah şekli yok demektir. Başka deyişle, Bakara 
Suresinin 116. ayeti tekrar karşımıza çıkacaktır:

“… /Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, hepsi O'na gönülden 
boyun eğmişlerdir." (Bakara/ 116)./


  Işık

Işın, ince bir seri olarak akan ışık demetidir. Daha ziyade, fiziki bir 
tasvirdir. Fizikte önemli olan, ışıktır. Işık, kaynağından fırlatılan 
foton adlı taneciklerden oluşan ve dalga hâlinde yayılan elektromanyetik 
bir kinetik enerjidir.

Işık Kaynağı, hangi ortamda olursa olsun, gece ve gündüz, atomik 
reaksiyon veya atomik direnç sonucu ışık yayarak görülebilen cisimlerdir.

Işık kaynağından çıkan ışık, 299,792,458 m/saniye hızla yayılır. Tüm 
elektromanyetik dalgaların boşluktaki hızı da budur ve kısaca ışık hızı 
için 300.000 km/sn alınır. Kâinatta, ışıktan hızlı hareket edebilen 
hiçbir şey olmadığı iddia edilmektedir. Ancak fotonların, dalgalar 
halinde yayıldığı ve ışık hızının ise doğrusal olduğu dikkate alınırsa, 
fotonların daha hızlı gittikleri de ileri sürülmüştür. Matematik olarak 
bu iddia mantıklı olmakla birlikte ispat edilmemiştir.

Işıkla ilgili başka bir tuhaf durum da, ışığın hareketinin gözlemcinin 
(müşahidin) hareketinden bağımsız olmasıdır. Einstein bunu şöyle tasvir 
etmişti: Bir kişi elinde bir ayna ile bir ışın demetine binse ve ışınla 
birlikte seyahat etse, aynada kendi görüntüsünü görebilir miydi? Mantıkî 
olarak, görememesi gerekirdi. Zira, kişiden yansıyan ışık, kişi ve 
elindeki ayna ışık hızı ile gittiğinden, hiçbir zaman aynaya 
ulaşamayacak ve dolayısıyla bir yansıma gönderemeyecekti. Yani kişi 
aynada kendi görüntüsünü göremeyecekti. Einstein, tam aksini, savundu. 
Ona göre ışık, sözkonusu kişiden yine ışık hızı ile gidecek ve kişi 
kendini görecektir. Bu tenakuzu Einstein, zamanın izafiliği ile gidermiştir.

Işığın, daha doğrusu kendisini teşkil eden fotonların kütlesi yoktur. 
Buna rağmen, kütlesel çekime tabidirler. Başka deyişle ışık, cisimlerin 
kütleçekim kuvvetine tabidir. Bu durum, kütleçekim kanununun mahiyetinin 
tekrar değerlendirilmesi gerekliliğini ortaya koymuştur.


  Zaman

Zaman, asırlar boyu insanı meşgul eden vakaların başında gelir. Fiziğin 
aksiyomlarından biri olan zaman, belli bir hızla akıp gitmektedir. Ancak 
zamanın bu akışı, bir nehrin akışına benzer. Bilindiği gibi bir nehrin 
her tarafında su aynı hızla akmaz; basit bir dikkatle nehir suyunun 
nehrin ortasında daha hızlı aktığı, kenarlarda bu akışın yavaşladığı 
müşahede edilebilir.  Keza, nehrin daraldığı yerlerde, akışın hızlandığı 
görülebilir. Bir nehrin akışı ile zamanın akışı arasında ilginç bir 
benzerlik vardır. Zaman da her ortamda farklı hızla akmaktadır. Bunu 
biraz daha açık hâle getirmek için bir eskiden kullanılan üzerinde 
şarkıların kaydedildiği plakları gözümüzün önüne getirelim. Bir plak 
dönerken, yaklaşık olarak 1 sayılı çember 3 saniyede bir devir yaparken, 
en dıştaki 2 sayılı çember de 3 saniyede bir devir yapacaktır. Fakat 2 
sayılı çemberin çevresi daha uzun olduğundan, çevresi daha kısa olan 1 
sayılı çemberden aynı sürede (3 saniyede) daha fazla yol kat etmiş 
olacaktır. Bunun anlamı, aynı maddi bütünlük üzerinde olmasına rağmen, 2 
sayılı çemberin dönüş hızının daha fazla olduğudur.

Meselâ, 1 sayılı çemberin uzunluğu 30 cm ise, bu çemberin hızı 30 cm/3 
sn = 10 cm/sn iken; uzunluğu 40 cm olan dış çemberin hızı, 40 cm / 3 sn 
= 13,3 cm/sn olacaktır. Bu çemberlerin, dönüş başlamadan evvel şekildeki 
ok üzerinde el ele tutuştuklarını düşünün. Çemberlerden biri daha hızlı 
gitmesine rağmen, bir devir sonra hâlâ el ele tutuştuklarını görürsünüz. 
Bu nasıl mümkün olabilir? Bunun ilk anda mantıki olarak tek bir izah 
şekli var mıdır: 1 sayılı çember üzerinde zaman, 2 sayılı çember 
üzerindeki zamana nazaran daha hızlı mı akmaktadır. Einstein’in izafiyet 
teorisi de bu esasa dayalıdır. Kısaca zaman, izafidir. Zaman her yerde 
farklı hızlarda akmaktadır. Böyle olunca, zamanın sonsuz hızda aktığı 
mekânlar ile hiç akmadığı, yani zamanın durduğu mekânlar da söz konusu 
olabilecektir.

Zamanla ilgili bir başka hakikat, onun mahlûk olduğu yani 
yaratıldığıdır. Büyük patlamadan hemen önce, yani hiçbir şeyin olmadığı 
anda, zamanın ne anlamı ne de ölçülmesi için bir esas yoktur. Zaman, 
büyük patlama ile yaratılmıştır. Peki, büyük patlama anı ve hemen 
müteakibin-de zaman nasıl ifade edilecektir? O zaman birimi nedir? Şu 
anda bizim sun’i olarak tanımladığımız saat, gün gibi kavramlar da 
yoktur ve anlamı da yoktur. Zira bu kavramlar, bizim gezegenimize mahsus 
kavramlardır.

Fiziğin en esrarengiz mevzuu “zaman”, sırrını muhafaza ediyor.

*//*


------------------------------------------------------------------------

[1] <#_ftnref1> Bu evrensel çerçevenin başıboş olduğunu düşünmektense, 
kutsal efsâne-lere inanırım, daha iyi. Az felsefe, insan zihnini 
Tanrıtanımazlığa götürür; Fakat felsefede derinlik, insanların 
zihinlerini dine döndürür.” diyen İngiliz mütefekkir


-- 
This message has been scanned for viruses and
dangerous content by *MailScanner* <http://www.mailscanner.info/>, and is
believed to be clean.

-- 
This message has been scanned for viruses and
dangerous content by MailScanner, and is
believed to be clean.

-------------- next part --------------
An HTML attachment was scrubbed...
URL: <http://yunus.listweb.bilkent.edu.tr/pipermail/turkmath/attachments/20170403/1b81fd71/attachment-0001.html>
-------------- next part --------------
A non-text attachment was scrubbed...
Name: not available
Type: image/png
Size: 167 bytes
Desc: not available
URL: <http://yunus.listweb.bilkent.edu.tr/pipermail/turkmath/attachments/20170403/1b81fd71/attachment-0002.png>
-------------- next part --------------
A non-text attachment was scrubbed...
Name: not available
Type: image/png
Size: 5181 bytes
Desc: not available
URL: <http://yunus.listweb.bilkent.edu.tr/pipermail/turkmath/attachments/20170403/1b81fd71/attachment-0003.png>


More information about the Turkmath mailing list